21 Kasım 2018 Çarşamba

ALGERNON'A ÇİÇEKLER


“Zekan geliştikçe sorunların da o ölçüde artacak.”
                                                                  -Charlie
    Charlie IQ seviyesi çok düşük bir adamdır.-70 civarında- Bilim adamları ve psikologlar Charlie’nin zeka seviyesini yükseltmeye yönelik bir deney yaparlar. Bu deneyin içerisinde Algernon adlı bir fare de vardır. Çeşitli operasyonlardan geçen Charlie ve Algernon’un zeka seviyesi her gün artış gösterir. Deneyin öncesinden itibaren rapor tutan Charlie’nin yazımından bile zekasının her gün hızla arttığını gözlemleyebiliyoruz. İlk günlerde okuma yazmayı yeni öğrenmiş bir çocuk seviyesinde raporlarını kaleme alan ve yarım yamalak konuşan Charlie, zamanla yirmi beş tane dil bilen, her dildeki akademik makaleleri okuyabilen, araştıran, sorgulayan, hitabeti ve diksiyonu düzgün bir adam haline gelir. Charlie’nin zekası artarken duygusal alanlarda da problem yaşar. Öncesinde üniversitede din, siyaset, ekonomi üzerine müzakere eden gençlere gıpta ile bakan Charlie daha sonra üstün zekasıyla konuşulanları artık masal gibi dinler vaziyete gelir. Zekasının zamanla arttığı zamanlarda Charlie, özel eğitim hocası Alice’e aşık olur. Ortalama zeka seviyesine sahipken içindeki aşk onu hem mutlu eder hem de motive ederdi. Hocası da Charlie’nin zekası arttıkça ona aşık olur.(Burada zeka sayesinde aşık olabilmeyi net bir şekilde görebiliyoruz: J) Charlie üstün zekalı olmaya başlayınca Alice ile iletişim kopukluğu yaşar. Charlie’nin okuduğu metinleri Alice bilmez, atıfta bulunduğu yazarları Alice tanımaz, terminolojik olarak kullandığı kelimeleri bilmez vs. bunun gibi birçok entelektüel problem yaşarlar. Aralarındaki sevgi muhabbeti artan zeka ile azalır. Alice, Charlie’nin yanında yetersizlik duygularına kapılır. Birlikte olmak istedikleri zaman Charlie’nin gözünün önüne eski moron hali belirir. Bu durum onun midesini bulandırır. Bu yüzden Alice ile birlikte olamaz.  Bu tarz yakın ilişkiler için hazır olmadığını hisseder ve Alice’den uzak durur. Bilim adamları düzenledikleri kongrede eserleri olan Charlie ve Algernon’u bilim camiasına sunmak isterler. Kongre esnasında Charlie kendisini değersiz hisseder ve gösteri esnasında oradan Algernon ile kaçar. Bir süre kiraladığı dairede konaklar. Orada Fay adında sanatçı, dağınık, her günü farklı yaşayan, hayatı ciddiye almayan komşusu ile tanışır. Kadın Charlie gibi çok okuyan bir entelektüel değildir. Sanatçı bir kişiliğe sahip olduğu için yaratıcı fikirleri ve mizahi bir üslubu vardır. Bu da Charlie’nin hoşuna gider ve aralarında duygusal bir ilişki başlar. Alice ile yapamadıklarını Fay ile rahatlıkla yapabilmektedir. Fay ile birlikteyken Alice’in yanında olduğu gibi  eski aptal Charlie silüeti belirmez. Ama yine de zaman, Charlie’nin aslında Fay’i değil  de Alice’i sevdiğini gösterir. Zamanla Charli’ye uygulanan deneyin etkisi de biter ve Charli’nin zekası yavaş yavaş eski haline dönmeye başlar. Öncelikle bildiği onlarca dili unutur. Okuma hızı yavaşlar. En son tıpkı kitabın en başında olduğu gibi zekası yedi yaşındaki çocuğun IQ seviyesine düşer. Eğer Charlie yaşadığı durumu anbean hatırlasaydı çok üzülüp depresyona girerdi ama bereket versin ki azalan IQ su ona yaşadıklarını da unutturdu ve” kaybetme” duygusunu hissetmedi.


    Kitap’ta, zekanın tek başına bir anlam taşımadığını, sevgi ve şefkat eli değmeyen zeka ve eğitimin de hiçbir değeri olmadığını gördüm. Evet Charlie’nin IQ su çok yüksekti ama etrafındaki olaylar ve kişiler ona mutluluk vermedi. Mutsuzdu. Kendi kabuğuna çekilmek zorunda kalmıştı. Yüksek IQ’ su, sevdiği kadınla bile arasına girmişti. Çok zeki olmak uzaktan havalı ve güzel görünse de bu durumu yaşayanlar için geçerli değildir. Toplumdan farklı olmak insanı mutsuz eder. Dışlanmışlık, yalıtılmışlık duygusuna sürükler. Tabi ki bu da “dışlanmamak için herkes gibi olmalıyız” demek değildir. Dünya düalist bir yapıdadır. Her şey zıttıyla vardır. Gece ile gündüz ancak bir tam gün eder. Toplumdaki farklılıklar bizi robotlaştırmaz, hayata renk katar. Herkes birdir, biriciktir…

18 Eylül 2018 Salı

BAŞIMIN BELASI ÖFKE!!!!!



“ Öfkenin başlangıcı çığlık, sonu pişmanlıktır.”

    Öfke insanoğlu için elzem duygulardan birisidir. Her insan öfkelenebilir, sinirlenebilir, kızgın olabilir. İnsanlar genellikle; istekleri yerine gelmediğinde, haksızlığa uğradıklarında, karşı tarafa verdiği olumlu duyguların karşılığını alamadıklarında, kıskandıklarında, karşı tarafın agresif tutumlarına sinirlenebilir.  Bu örnekleri arttırmak mümkündür. Özellikle yaşadığımız hız çağından dolayı insanda var olan duygular da daha hızlı ortaya çıkmaya başladı. Sabırsız olduğumuz için en küçük bir hoşnutsuzluğa tahammülümüz maalesef kalmadı. Öfkenin problemi şudur ki; Aşırısı hem bizim için hem de karşı taraf için onarılamaz sonuçlara sebep olabilir. Çünkü öfke geldiğinde akıl uçup gider. Gerekli muhakemeyi, yordamayı o an yapamaz hale geliriz.

     Öfke anında sesimizin haddinden fazla yükselmesi, etrafı kırıp dökme isteği doğması, kalp atış hızımızın artması, tansiyonumuzun yükselmesi, bütün kaslarımızın gerilmesi bizde öfke kontrolsüzlüğü olduğunu gösterir.  Bu kontrolsüzlük, sosyal tahribatının yanında fiziksel birçok hasara da neden olur. Bunlar:
1.  Kalp-damar sistemlerinin dengesi bozulur.
2.  Beyin aktivitesi değişir -özellikle temporal ve frontal lobda-
3.  Karaciğer rahatsızlıklarına sebep olur. (Öfke normalden daha fazla safranın salgılanmasına sebebiyet verir.)
4.  Kas ağrıları meydana gelir. (Öfkendiğimiz zaman adrenalin hormonu salgılanır. Bu hormonun çok salgılanması kas ağrılarına, spazmlarla beraber baş ağrılarına da sebebiyet verir.)
5.  İshal; öfkeli olmak huzursuz bağırsak sendromu olarak bilinen rahatsızlığa bu da ishala yol açar. Stres, korku, gerilim gibi anlarda da bu bağırsak problemi meydana gelir.
6.  Deri iltihabı; öfke egzama gibi kaşıntı problemlerine de sebep olur.

    Öfke kontrolsüzlüğü de aşılabilir bir problemdir esasında. Tek sorun şudur ki, öfke anında insanın bütün bildiği sakinleşme teknikleri birden aklından uçup gider. O an da sadece limbik sistemimiz devrede olup frontal lobumuz ne hikmetse çalışamaz hale gelir.
Ama biz yine de yapılması gereken tekniklerden bahsedelim.

1.    Öncelikle öfkeli anımızda çok konuşmamak hem bizim için hem de karşı taraf için en hayırlı olandır. Çünkü öfkeliyken sonradan pişman olacağımız en güzel konuşmayı yaparız. Bazen kendimizden bile sakladığımız gerçekleri gün ışığı gibi o anda döküveririz. (Şu üçü doğruyu söylermiş: öfkeli, alkollü ve çocuklar). Bu öneriyle alakalı güzel de bir özdeyiş vardır: Sevinçli anında kimseye vaatte bulunma, öfkeli anında kimseye cevap verme.
Eğer öfkeli kişi karşı tarafsa onu yatıştırmak için de çok konuşmamalıyız. Onun susmasını istiyorsak öncelikle kendimiz susmalıyız.

2.    Öfke anında ayaktaysak oturmalıyız. Açık havaya çıkıp derin nefes almalıyız, yüzümüzü yıkamalıyız hatta soğuk bir duş bütün öfkemizi alacaktır.

3.    Öfke anında Allah’ a sığınmak insana manevi anlamda büyük destek sağlar. Bunu da hatırlamakta büyük fayda var. Nitekim öfke ile alakalı Kuran’da birçok ayet vardır. ”Onlar, büyük günahlardan ve hayasızlıktan kaçınırlar; kızdıkları zaman da kusurları bağışlarlar.”(ŞURA 34)
“O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.”(ALİ İMRAN 134 )

   Şu bir gerçektir ki öfkeyi kontrol etmek büyük bir maharet ve erdemdir. Bununla alakalı güzel bir hadis’de mevcuttur: “Kuvvetli kimse demek, güreşte başkasını yenen değil; ancak hiddet anında kendine hakim olandır.”
Öfkesini yutan, kendisini kontrol edebilen yiğitler olma duasıyla…


18 Ağustos 2018 Cumartesi

DİL-DÜŞÜNCE İLİŞKİSİ

     
     
       Hiç kuşkusuz dil ve düşünce bir kağıdın iki yüzü gibidir. İkisi de birbirini destekler niteliktedir. Ama insanın aklına şu soru da gelmiyor değil: "Dil mi düşünceyi etkiler yoksa düşünce mi dili etkiler?" Bu konuda en meşhur tartışma Vygotsky ve Piaget' e aittir. Her ikisi de “Dil de düşünceyi etkiler, düşünce de dili etkiler." ortak noktasında bir şekilde buluşur.( Bu konuda her birinin ne dediğini ele almayacağım. Eğer alırsam yazım kpss konu anlatımına dönüşür :)) 
Platon bu konuda güzel bir nokta atışı yapmıştır. "Düşünme, sessiz bir konuşmadır." der. Benim bu cümleden çıkardığım mana: Konuşma ve düşünme zahirde aynı eylemlerdir. Konuşma, düşüncenin ete kemiğe bürünmüş halidir. Yani bizler düşüncelerimizi ağzımızdan çıkan sesler sayesinde dışarı aktarırız. bu seslerden kelimeler oluşur. kelimelerin sıralanmasından da cümlelerimiz oluşur. Buna da konuşma/dil deriz. hülasa ikisi o kadar yakın kavramlar ki tartışırken bazen neyi tartıştığımızı dahi karıştırabiliyoruz. Bu, Platon'un söylediği cümle için çıkardığım yorumdu. Descartes'ta bu konuda, dilin yanlış kullanılmasının insanın düşünme ve muhakeme etme yeneteğini sekteye uğratacağını söyler. Maalesef özellikle günlük hayatta dili oldukça özensiz kullanırız. Bu da iletişim problemlerine, bilişsel çarpıtmalara( Çünkü dil bozukluğu yanlış düşüncelere sebep olur.) ve bunun gibi birçok problemlere neden olur.


      Bu konuyla alakalı George Orwell'ın 1984 adlı kitabında önemli pasajlar var. Kitapta yeni söylem için dilde aşırı derecede sadeleştirme yapan bir karakter var. Dili resmen fakirleştirmeye çalışır. Lügatta bir kelimeye ait bütün eş anlamlı, yakın anlamlı, zıt anamlı kelimeleri çıkarır. Bu çalışmayı yapmasının sebebi de: "Eğer bir dile ait kelimeler azalırsa insanların düşünceleri de azalır." fikridir. Zaten kitaptaki yeni söylemin amacı da insanların düşünmelerini engelleyerek onları büyük biraderin partisi için köleye çevirmektir. (Örneğin demokrasi kavramı ortadan kalkarsa insanların demokrasi adı altında yaptıkları mücadelelerde olmayacaktır.) 

      Dille alakalı diğer bir soru da konuşma sadece insana ait bir vasıf mıdır? sorusudur. Hayvanların kendi aralarında çeşitli hareketlerle anlaştıklarını biliyoruz. Peki bu, insanlarda var olan iletişim yöntemi midir? Yani bizlerin her durum karşısında düşünüp bir şeyler söyleyecek sözlerimiz vardır. Düşünürüz konuşuruz. Konuşuruz düşünürüz. Bu durum hayvanlarda da var mı? ilk bakışta yok gibi duruyor. Çünkü çoğunluk, hayvanların düşünemediğini iddaa eder. Ama son zamanlarda araştırdığım bir goril durumun tam tersi olduğunu gösteriyor. 1971'de San Francisco hayvanat bahçesinde doğan bu goril, bakıcısının ona işaret dili öğretmesiyle insanlarla iletişim kurabiliyor. yaklaşık 2000 kelime anlayabiliyor, 1000 küsür kelimeyle de konuşabiliyor. İnternetten bu konuyla alakalı araştırma yapabilirsiniz.(https://www.youtube.com/watch?v=LC035M8mmz8)

      Şimdi de dünyada konuşulan dillerin; bizim düşünce farklılıklarımızda, algılarımızda, yeteneklerimizde bir etkisi olup olmadığını inceleyelim. Bu konuda Lera boroditsky'in mükemmel deneysel sonuçları var.( Tedx konuşmasına göz atabilirsiniz.) Bu deneylere örnek verecek olursak: Avustralya'da yaşayan aborjinlerin dillerinde sağ sol gibi ifadeler yok. Bunun yerine coğrafi yön ifadeleri-kuzey,güney,doğu batı- vardır.
mesela, bacağımın kuzeydoğusunda bir karınca dolanıyor derler. Ya da bir yere giderken, kuzeye doğru gidiyorum derler. Yapılan deneylerde hiç bilmedikleri yerleri daha çabuk keşfedip hemen yollarını bulmuşlardır. Aborjinlerin yer-yön yetenekleri bizlerden daha çok gelişmiştir.
Zaman tayin etme konusunda da dillere göre farklılıklar vardır. Örneğin zamana göre değişiklik gösteren olguları-yaşlanan bir insan, büyüyen bir hayvan ya da cürüyen bir meyve gibi-sıraya koymalarını istemişler. İbranice ve arapça konuşan insanlar bu diziyi sağdan sola doğru yapmışlar. Bizim gibi cümleleri soldan sağa doğru yazan insanlar da diziyi soldan sağa doğru sıralamışlar. Demin bahsettiğim Aborjinler ise bulunduğu konuma göre sıralamayı yapmış. Yani Kuzey yönündeyken sağdan dola doğru, güney yönündeyken soldan sağa doğru diziyi sıralamışlar.
      Dillerdeki  gramatik bilgiler de objeleri farklı yorumlamamıza sebep olur.
Örneğin, köprü kelimesi Almanca da feminen(dişi) ispanyolca da maskülen(eril) bir kelimedir. Almanlara köprü denince akıllarına gelen sıfatlar sorulduğunda "güzel,ince,narin,barışçıl" gibi kelimeler kullanmışlardır. İspanyollar ise "uzun,sağlam,dayanıklı,tehlikeli" gibi erili betimleyen kelimeler kullanmışlardır. Sadece bu örneklerde bile dillerin insanlar da farklı algılamalara, düşünme sistemine sebep olduğunu görebiliriz. Bu konuda aklıma gelen son bir örnek daha vermek gerekirse bizler birini özlediğimizde "Seni özledim" şeklinde cümle kurarız. Ama Araplar özlemlerini "Kendini özlettin" diye ifade ederler. Diller, olaylara bakış  açısını bile değiştirebiliyor. Bir Çek atasözü der ki: "Yeni bir dile sahip olmak, yeni bir ruha sahip olmak gibidir." Bizde de bu ifadenin daha veciz karşılığı vardır:
"Bir lisan bir insandır."
      Yazımı sözlerin en güzeli ile tamamlamak istiyorum.
"Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O'nun( varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır."(Rum/22)


3 Ağustos 2018 Cuma

SADELEŞ







       "Sadelik, nihai bilgeliktir."
                                              -Leonardo da Vinci

       Kapitalizm çağımızın en yaygın ve tahribatı en büyük olan illetidir. Kapitalizim tam karşısında da -yaşam sitili olarak-minimalizm yer alır. Peki nedir bu kavramlar?

       Kapitalizimin literatürde bir çok tanımı vardır. Zaten kendisini de hemen hemen her sektörde görmek mümkündür. Kapitalizimin en büyük emri "TÜKET"tir. İhtiyacın olmasa da TÜKET. Eminim çoğu insan onun oynadığı oyunlara kanmıştır- Ben de dahil- Örnek vermek gerekirse, bir mağazanın önünden geçeriz ve vitrinde %50' ye varan indirim yazılarını görürüz. Sonra mağazanın içerisine gireriz ve bir eşyanın 100 tl'den 50tl'ye indiğini görürüz. Sonra, solumuzdan bize fısıldayan kapitalizm şöyle der: "Bu eşyaya şu an ihtiyacın olmayabilir ama olsun, ileride muhakkak ihtiyacın olacak. Sen onu bir köşede beklet. Hem bir daha bu fiyata, bu eşyayı nereden bulacaksın?" Bu fıslıtı öyle manipüle edicidir ki Bir anda kendimizi kasada poşetleri doldururken buluruz. Peki minimalizm ne der?
Hayatından ihtiyacın olmayan her şeyi çıkar. Bunlar; evdeki fazla mobilyaların, kozmetik ürünlerin, kıyafetlerin, yediklerin,kitapların-kitap oburluğu denen bir problem var-bile olur.Hatta bazı insanlar işi abartarak kaşlarını bile tıraşlar. Çünkü kaşın işlev olarak sadece göz üstünde yer alması bile onlar için gereksizdir.(Evet bazen uğraşması zor oluyor. haklı olabilirler :D) Yani, eğer bir şeye gerçekten ihtiyacın yoksa onu alma. İhtiyacın olmayacaksa da etrafında bulundurma. Boşu boşuna etrafını kalabalık edip kendini yorma. Çünkü ne kadar çok eşya o kadar çok baş ağrısıdır. İnsan gibi yaşamanın sırrı belki de burada yatıyordur. Hayatımız; bizi daraltan, bunaltan ayrılarla dolu ve bazen bu ayrıntılardan dolayı temel gayemizi unuturuz. Başka bir değişle, bizde mevcut olan kökleşmiş bir problemin varlığından eminizdir. Onu bulup çıkarmak isteriz ama diğer küçük ve gereksiz problemler büyük ve asıl problemin üzerini örttüğü için onu bir türlü bulamayız.

       80/20 kuramı da bize bu konuda benzer şeyler söyler. Pareto ilkesinin genel tanımı şöyledir; Ortaya çıkan etkenin %80'i etkenlerin yalnızca %20 sinden etkilenir. Örnek vermek gerekirse;
*Zamanımızın %80'inde yalnızca kıyafetlerimizin %20'sini giyeriz.
*Vaktimizin %80'ini, hayatımızdaki %20 insanla paylaşırız.
*Başarımızın %80'i okuduğumuz kitapların sadece %20' sinden kaynaklanır.
Örnekleri arttırmak mümkündür. Oranlarda değişebilir( 75-35, 40-90...)
İnsanlar çok çalışarak ya da her şeyi bilerek değil, doğru tespit ve kararlar alarak başarıyı yakalayabilir. Montaigne'nin de dediği gibi " Her yerde olmak aslında hiç bir yerde olmamaktır." Her şeyi bilmek aslında hiç bir şeyi bilmemektir. Elbette bol bol okuyalım ama bir ya da bir kaç alanda derinleşmeden okumak da bir zaman sonra okuruna bir şey kazandırmayacaktır. Bu da, minimalizime ters düşer. Kapitalist bir okuma oluruz. Amacımız sadece o kitabı bitirmeye(tüketmeye) dönüşür.
Bize başarı getireceğini düşündüğümüz kitapları okumaya gayret edelim. Çünkü bizler zamanla sınırlandırılmış varlıklarız. İşimiz, vaktimizden çok olduğu için her attığımız adım bir mantık süzgecinden geçmelidir.
Bütün bu yazdıklarımdan yola çıkarak şunu söyleyebilirim ki Başarı çok uzak olmasa gerek. Belki de bir kaç şey satın aldığımızda değil de bir kaç şeyi hayatımızdan çıkardığımızda gelecektir.
Herkese başarı ve sadelik diliyorum. Esenlikle kalın.



20 Temmuz 2018 Cuma

İÇİMDEKİ YABANCI






'' Her birimizin içinde tanımadığımız bir yabancı vardır.''- Carl Gustav Yung

                                                           ''Bir ben vardır bende, benden içeri...'' -Yunus Emre


      Sizin de kendinizle monolog yaptığınız zamanlar olur mu? İş, okul, aile, arkadaşlar,sosyal medya, kitaplar ve daha bir çok uyarıcı bizim kendimizle birebir iletişim kurmamamıza engel olabiliyor. Bazen kendimize dönüp gerçekten ben kimim,işlevim ne,yeteneklerim ne, amacım ne, niyetim ne, karakterim nasıl, beni ben yapan şey ne? Diye sorduğumuz zamanlar nadirdir ama bunlar bize yaşama gücü ve motivasyonu veren sorulardır. İçimizdeki cevheri sokrat tarzı diyalektik ile çıkarabiliriz. Tıpkı yerin altında bulunann madenlerin üzerindeki toprağı kaldırmak gibi... Biz de kendimizle baş başa kalmamızı engelleyecek uğraşları azaltabiliriz. Zor bir şey değil. Haftada bir, sadece on dakika kendimizi keşfetmeye çalışsak bile bunun bize müthiş geri dönütlerinin olacağına eminim. Peki diyelim ki bu faaliyete başladık. Bu süreçte neler öğreneceğiz? Öncelikle insan denilen varlık benim kanaatimce evrendeki en karmaşık varlıktır. Hiç kimse göründüğü gibi değildir. İnsanları biraz tanımaya kalktığımızda bile onların çok farklı duygu durumları olduğunu, farklı yaşantılar deneyimlediklerine tanık oluruz. Kaldı ki kişinin kendisini tanımaya çalışması ona daha büyük ipuçları verecektir. Vay be! Bu düşünceler bana mı ait, ben bunları nereden biliyorum ki?... Dediğiniz anlar olacak. Sanki içinizde yeni birisi ile tanışmış gibi olacaksınız( Merak etmeyin bu Disosiyatif bozukluk diye adlandırılan çoklu kişilik bozukluğu yaratmaz :) Disosiyatif bozukluğun altında genelde travma ya da benzeri olaylar yatar.)

       Bütün bunlar aslında bizin ne kadar karmaşık bir varlık olduğumuzun bir göstergesidir. Ama maalesef bunun farkında olmayan-olamayan-olmak istemeyen insancıklar tıpkı robotlar gibi hayatlarını otomatik modda idame ettiriyorlar. Bu durum, elindeki altın kütlesini işlemeyen, onunla aksesuar yapıp satmayan bir kuyumcunun haline benzer. Stefan Zweig'in Santranç adlı kitabında da ''içimizdeki yabancı'' konusu güzel bir kurgu ile işlenmiştir. Yalnız başına bir hücrede kalan mahküm, elindeki tek materyal olan santraç kitabının hafızı olur ve kendisiyle santraç düellosu yapmaya başlar.  Rakip oyuncu kendisi olduğundan ve rakibinin de hamlelerini bildiğinden dolayı oyun onun istediği heyecanda gitmez. Ender kişilerin yapabileceği bir şeyi yapar. Zihnini ikiye böler. Karşı tarafta rakibi olan kendisinin artık hamlelerini bilmez ve ölesiye bir rekabetle kendisiyle yarışır. Bu öyle bir tuku ve hırstır ki rakibi olan kendisiyle kavga etmeye başlar. Ve bu kavga neredeyse kendisini öldürmeye kadar gidecektir. Devamını anlatmıyorum. Belki aranızda bu kitabı okumak isteyenler olabilir :) Zweig'in kitabından örnek vermemin sebebi, insanlar kendilerini zorladıkları vakit olağandışı şeyler yapabilir ve başarabilirler. Yani bazen değersiz gördüğümüz, hakaret ettiğimiz, hatta intihar ettirdiğimiz ''insan'' çok boyutludur.
Velhasıl kendinize değer verin, kendinizi sevin. Sizin en büyük yardımcınız ve dostunuz yine sizsiniz. İçinizdeki cevheri çıkarmaya çalışın. İçinizde uyuttuğunuz o yabancıyı-yabancıları- uyandırın. Onlarla dost olun ve onların dediklerine kulak  verin. Bu şekilde Eşref-i mahluk olabilme yolunda ilerleyebiliriz.
NOT: Yukarıda bahsettiğim disosiyatif rahatsızlıkla alakalı olarak ''split'' adlı filmi izleyebilirsiniz.