18 Ağustos 2018 Cumartesi

DİL-DÜŞÜNCE İLİŞKİSİ

     
     
       Hiç kuşkusuz dil ve düşünce bir kağıdın iki yüzü gibidir. İkisi de birbirini destekler niteliktedir. Ama insanın aklına şu soru da gelmiyor değil: "Dil mi düşünceyi etkiler yoksa düşünce mi dili etkiler?" Bu konuda en meşhur tartışma Vygotsky ve Piaget' e aittir. Her ikisi de “Dil de düşünceyi etkiler, düşünce de dili etkiler." ortak noktasında bir şekilde buluşur.( Bu konuda her birinin ne dediğini ele almayacağım. Eğer alırsam yazım kpss konu anlatımına dönüşür :)) 
Platon bu konuda güzel bir nokta atışı yapmıştır. "Düşünme, sessiz bir konuşmadır." der. Benim bu cümleden çıkardığım mana: Konuşma ve düşünme zahirde aynı eylemlerdir. Konuşma, düşüncenin ete kemiğe bürünmüş halidir. Yani bizler düşüncelerimizi ağzımızdan çıkan sesler sayesinde dışarı aktarırız. bu seslerden kelimeler oluşur. kelimelerin sıralanmasından da cümlelerimiz oluşur. Buna da konuşma/dil deriz. hülasa ikisi o kadar yakın kavramlar ki tartışırken bazen neyi tartıştığımızı dahi karıştırabiliyoruz. Bu, Platon'un söylediği cümle için çıkardığım yorumdu. Descartes'ta bu konuda, dilin yanlış kullanılmasının insanın düşünme ve muhakeme etme yeneteğini sekteye uğratacağını söyler. Maalesef özellikle günlük hayatta dili oldukça özensiz kullanırız. Bu da iletişim problemlerine, bilişsel çarpıtmalara( Çünkü dil bozukluğu yanlış düşüncelere sebep olur.) ve bunun gibi birçok problemlere neden olur.


      Bu konuyla alakalı George Orwell'ın 1984 adlı kitabında önemli pasajlar var. Kitapta yeni söylem için dilde aşırı derecede sadeleştirme yapan bir karakter var. Dili resmen fakirleştirmeye çalışır. Lügatta bir kelimeye ait bütün eş anlamlı, yakın anlamlı, zıt anamlı kelimeleri çıkarır. Bu çalışmayı yapmasının sebebi de: "Eğer bir dile ait kelimeler azalırsa insanların düşünceleri de azalır." fikridir. Zaten kitaptaki yeni söylemin amacı da insanların düşünmelerini engelleyerek onları büyük biraderin partisi için köleye çevirmektir. (Örneğin demokrasi kavramı ortadan kalkarsa insanların demokrasi adı altında yaptıkları mücadelelerde olmayacaktır.) 

      Dille alakalı diğer bir soru da konuşma sadece insana ait bir vasıf mıdır? sorusudur. Hayvanların kendi aralarında çeşitli hareketlerle anlaştıklarını biliyoruz. Peki bu, insanlarda var olan iletişim yöntemi midir? Yani bizlerin her durum karşısında düşünüp bir şeyler söyleyecek sözlerimiz vardır. Düşünürüz konuşuruz. Konuşuruz düşünürüz. Bu durum hayvanlarda da var mı? ilk bakışta yok gibi duruyor. Çünkü çoğunluk, hayvanların düşünemediğini iddaa eder. Ama son zamanlarda araştırdığım bir goril durumun tam tersi olduğunu gösteriyor. 1971'de San Francisco hayvanat bahçesinde doğan bu goril, bakıcısının ona işaret dili öğretmesiyle insanlarla iletişim kurabiliyor. yaklaşık 2000 kelime anlayabiliyor, 1000 küsür kelimeyle de konuşabiliyor. İnternetten bu konuyla alakalı araştırma yapabilirsiniz.(https://www.youtube.com/watch?v=LC035M8mmz8)

      Şimdi de dünyada konuşulan dillerin; bizim düşünce farklılıklarımızda, algılarımızda, yeteneklerimizde bir etkisi olup olmadığını inceleyelim. Bu konuda Lera boroditsky'in mükemmel deneysel sonuçları var.( Tedx konuşmasına göz atabilirsiniz.) Bu deneylere örnek verecek olursak: Avustralya'da yaşayan aborjinlerin dillerinde sağ sol gibi ifadeler yok. Bunun yerine coğrafi yön ifadeleri-kuzey,güney,doğu batı- vardır.
mesela, bacağımın kuzeydoğusunda bir karınca dolanıyor derler. Ya da bir yere giderken, kuzeye doğru gidiyorum derler. Yapılan deneylerde hiç bilmedikleri yerleri daha çabuk keşfedip hemen yollarını bulmuşlardır. Aborjinlerin yer-yön yetenekleri bizlerden daha çok gelişmiştir.
Zaman tayin etme konusunda da dillere göre farklılıklar vardır. Örneğin zamana göre değişiklik gösteren olguları-yaşlanan bir insan, büyüyen bir hayvan ya da cürüyen bir meyve gibi-sıraya koymalarını istemişler. İbranice ve arapça konuşan insanlar bu diziyi sağdan sola doğru yapmışlar. Bizim gibi cümleleri soldan sağa doğru yazan insanlar da diziyi soldan sağa doğru sıralamışlar. Demin bahsettiğim Aborjinler ise bulunduğu konuma göre sıralamayı yapmış. Yani Kuzey yönündeyken sağdan dola doğru, güney yönündeyken soldan sağa doğru diziyi sıralamışlar.
      Dillerdeki  gramatik bilgiler de objeleri farklı yorumlamamıza sebep olur.
Örneğin, köprü kelimesi Almanca da feminen(dişi) ispanyolca da maskülen(eril) bir kelimedir. Almanlara köprü denince akıllarına gelen sıfatlar sorulduğunda "güzel,ince,narin,barışçıl" gibi kelimeler kullanmışlardır. İspanyollar ise "uzun,sağlam,dayanıklı,tehlikeli" gibi erili betimleyen kelimeler kullanmışlardır. Sadece bu örneklerde bile dillerin insanlar da farklı algılamalara, düşünme sistemine sebep olduğunu görebiliriz. Bu konuda aklıma gelen son bir örnek daha vermek gerekirse bizler birini özlediğimizde "Seni özledim" şeklinde cümle kurarız. Ama Araplar özlemlerini "Kendini özlettin" diye ifade ederler. Diller, olaylara bakış  açısını bile değiştirebiliyor. Bir Çek atasözü der ki: "Yeni bir dile sahip olmak, yeni bir ruha sahip olmak gibidir." Bizde de bu ifadenin daha veciz karşılığı vardır:
"Bir lisan bir insandır."
      Yazımı sözlerin en güzeli ile tamamlamak istiyorum.
"Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O'nun( varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır."(Rum/22)


3 Ağustos 2018 Cuma

SADELEŞ







       "Sadelik, nihai bilgeliktir."
                                              -Leonardo da Vinci

       Kapitalizm çağımızın en yaygın ve tahribatı en büyük olan illetidir. Kapitalizim tam karşısında da -yaşam sitili olarak-minimalizm yer alır. Peki nedir bu kavramlar?

       Kapitalizimin literatürde bir çok tanımı vardır. Zaten kendisini de hemen hemen her sektörde görmek mümkündür. Kapitalizimin en büyük emri "TÜKET"tir. İhtiyacın olmasa da TÜKET. Eminim çoğu insan onun oynadığı oyunlara kanmıştır- Ben de dahil- Örnek vermek gerekirse, bir mağazanın önünden geçeriz ve vitrinde %50' ye varan indirim yazılarını görürüz. Sonra mağazanın içerisine gireriz ve bir eşyanın 100 tl'den 50tl'ye indiğini görürüz. Sonra, solumuzdan bize fısıldayan kapitalizm şöyle der: "Bu eşyaya şu an ihtiyacın olmayabilir ama olsun, ileride muhakkak ihtiyacın olacak. Sen onu bir köşede beklet. Hem bir daha bu fiyata, bu eşyayı nereden bulacaksın?" Bu fıslıtı öyle manipüle edicidir ki Bir anda kendimizi kasada poşetleri doldururken buluruz. Peki minimalizm ne der?
Hayatından ihtiyacın olmayan her şeyi çıkar. Bunlar; evdeki fazla mobilyaların, kozmetik ürünlerin, kıyafetlerin, yediklerin,kitapların-kitap oburluğu denen bir problem var-bile olur.Hatta bazı insanlar işi abartarak kaşlarını bile tıraşlar. Çünkü kaşın işlev olarak sadece göz üstünde yer alması bile onlar için gereksizdir.(Evet bazen uğraşması zor oluyor. haklı olabilirler :D) Yani, eğer bir şeye gerçekten ihtiyacın yoksa onu alma. İhtiyacın olmayacaksa da etrafında bulundurma. Boşu boşuna etrafını kalabalık edip kendini yorma. Çünkü ne kadar çok eşya o kadar çok baş ağrısıdır. İnsan gibi yaşamanın sırrı belki de burada yatıyordur. Hayatımız; bizi daraltan, bunaltan ayrılarla dolu ve bazen bu ayrıntılardan dolayı temel gayemizi unuturuz. Başka bir değişle, bizde mevcut olan kökleşmiş bir problemin varlığından eminizdir. Onu bulup çıkarmak isteriz ama diğer küçük ve gereksiz problemler büyük ve asıl problemin üzerini örttüğü için onu bir türlü bulamayız.

       80/20 kuramı da bize bu konuda benzer şeyler söyler. Pareto ilkesinin genel tanımı şöyledir; Ortaya çıkan etkenin %80'i etkenlerin yalnızca %20 sinden etkilenir. Örnek vermek gerekirse;
*Zamanımızın %80'inde yalnızca kıyafetlerimizin %20'sini giyeriz.
*Vaktimizin %80'ini, hayatımızdaki %20 insanla paylaşırız.
*Başarımızın %80'i okuduğumuz kitapların sadece %20' sinden kaynaklanır.
Örnekleri arttırmak mümkündür. Oranlarda değişebilir( 75-35, 40-90...)
İnsanlar çok çalışarak ya da her şeyi bilerek değil, doğru tespit ve kararlar alarak başarıyı yakalayabilir. Montaigne'nin de dediği gibi " Her yerde olmak aslında hiç bir yerde olmamaktır." Her şeyi bilmek aslında hiç bir şeyi bilmemektir. Elbette bol bol okuyalım ama bir ya da bir kaç alanda derinleşmeden okumak da bir zaman sonra okuruna bir şey kazandırmayacaktır. Bu da, minimalizime ters düşer. Kapitalist bir okuma oluruz. Amacımız sadece o kitabı bitirmeye(tüketmeye) dönüşür.
Bize başarı getireceğini düşündüğümüz kitapları okumaya gayret edelim. Çünkü bizler zamanla sınırlandırılmış varlıklarız. İşimiz, vaktimizden çok olduğu için her attığımız adım bir mantık süzgecinden geçmelidir.
Bütün bu yazdıklarımdan yola çıkarak şunu söyleyebilirim ki Başarı çok uzak olmasa gerek. Belki de bir kaç şey satın aldığımızda değil de bir kaç şeyi hayatımızdan çıkardığımızda gelecektir.
Herkese başarı ve sadelik diliyorum. Esenlikle kalın.